Yabancıların Propagandaları
Atatürk’ün ölümünden sonra en çok merak edilen şey, dış politikanın alacağı yeni yöndü. İkinci Dünya Savaşı’nın arifesinde bulunuyorduk. Yabancı devletlerin Türkiye’deki propaganda faaliyeti de bir kat daha artmıştı. Alman propagandası etkisiz kalmıyordu. Alman terbiyesi görmüş bazı subaylar Almanya’ya karşı bir sevgi duyuyorlardı. Almanya’da yetişmiş gençlerin birçoğu Hitler’e hayrandı. Memleketteki faşistler de Almanya’ya dayanıyorlardı. Almanya, Atatürk’ün ölümünden sonra Von Papen’i Türkiye’ye sefir göndermişti. Atatürk, Von Papen’i sevmezdi ve o sağ kaldıkça bu Alman casusu Türkiye’ye ayak basamamıştı. Von Papen’in Türkiye’ye gelmesi iyi bir belirti değildi. Zaten hükümet içinde Sovyet düşmanı olanlar artık kendilerini saklamıyorlardı. Bunların içinde o vaktin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu başta geliyordu. O sıralarda Saraçoğlu Stalin’le görüşmek üzere Moskova’ya gitmişti. Fakat aksi tesadüf Almanya’nın Dışişleri Bakanı von Ribbentrop da o sırada Moskova’da bulunuyordu. Saraçoğlu gölgede kalmıştı. Bu nedenle memlekete kızgın olarak dönmüştü. Artık açıktan açığa Sovyetler aleyhinde konuşmaktan çekinmiyordu.
İngiliz ve Fransızlar da boş durmuyorlardı. Onlar da bir yandan hükümeti, bir yandan da basın yoluyla Türk kamuoyunu kazanmaya çalışıyorlardı. Bu amaçla 1939’da Fransa, bazı Türk gazetecilerini Paris’e davet etti. Gidenler arasında ben de vardım. Heyetin öteki üyeleri Ulus gazetesi başyazarı Falih Rıfkı Atay, Akşam gazetesi başyazarı Necmettin Sadak, Tan gazetesi başyazarı Hüseyin Cahit’ti. Aramızda bir de hükümeti temsil eden topçu komutanı General Pertev bulunuyordu.
Fransızlar bize savaş hazırlıklarını gösterdiler. Paris’te ziyafetler verdiler. Fabrikaları gezdirdiler. Amaçlan, bizde Fransa’nın kuvvetli olduğu inancını uyandırmak ve bunu kamuoyuna bildirmemizi sağlamaktı.
O vakit Fransızlar “Magino Hattı” denilen savunma hattına büyük önem verirlerdi. Almanların bu hattı yarıp geçemeyeceklerine inanmışlardı. Rahattılar. Aynı güveni bize de vermek istediler. Bu amaçla bizi “Magino Hattı”na götürdüler. Bu savunma hattı, sınır boyunca baştan başa dağlar içine oyulmuş istihkamlardan ibaretti. Biz bu istihkamlardan birine gittik. Büyük bir dağın eteğinde otomobillerden indik. Ray üzerinde işleyen küçük vagonetlere bindik. Dağın içine giden bir tünele girdik. Hayli gittikten sonra tam dağın göbeğinde yere indik. Orada bir “lift”e bindik. Dağın içinden yükselerek tepesine çıktık. Burada düşmanın göremeyeceği biçimde bir küçük yapıya girdik. Yapının içinde çeşitli savunma tesisleri kurulmuştu. Geniş bir sahayı gözaltında bulunduruyordu. Düşmanın, görünmeden bu bölgeye girmesinin olanağı yoktu. Çeşitli yerlerde kurulan gözetleme merkezlerinden düşmanın hareketi hakkında dakikası dakikasına haberler geliyordu. Bu haberler duvarda elektrikli lambalarla komutanlık odasına veriliyordu. Komutan bu bilgiye göre, düşmanı top ateşine tutacaktı. Bu tesisler gerçekten insana güven veriyordu. Almanlar bu hattı yaramazlardı.
Fransız komutanı, General Pertev’e bir deneme yapılmasını isteyip istemediğini sordu. Türk generali zaten gördüklerinden şaşkınlık içindeydi. Hemen tatbikata geçilmesini rica etti. Komutan emir verdi, bütün aletler işlemeye başladı. Duvarda lambalar yanıp sönüyordu. Gözetleme merkezlerinden haberler geliyordu. Bu hazırlık iki dakika sürdü ve ateş emri verildi. General Pertev hayret içindeydi. Yapılan şey bir sihirbazlık mıydı? Anlayamamıştı. Fransız komutanına dönerek,
– Nereye ateş ediyorsunuz? Düşman nerede? diye sordu.
Fransız komutanı bizim generalin bilgisizliği karşısında gülümsedi ve, “Efendim, tabloyu gördünüz. Gözetleme merkezinden aldığımız haberlerle biz düşmanın nerede bulunduğunu biliyoruz. Onu gözle görmeye lüzum var mı?” dedi. Bizim topçu komutanı utandı mı, bilmiyorum. Fakat biz birbirimize utanarak baktık.
Fakat savaş, Fransızların yanlış hesaplara dayandıklarını, bir gaflet uykusuna daldıklarını göstermişti. Çünkü savaş başlayınca, Almanlar, bu hattı yarmaya lüzum bile görmemiş, Belçika üzerinden bir hafta içinde Fransa’ya girerek “Majino Hattı”nı arkadan çevirivermişlerdi.
Fransa’ da bizi en çok etkileyen şeylerden biri de Strazburg şehri olmuştu. Bu şehir, Ren Nehri üzerindeydi. Karşı yakada alınanlar yerleşmiş ve istihkamlar kurmuşlardı. Savaş patladığı anda şehir yanmak ve işgal edilmek tehlikesindeydi. Onun için Fransızlar bu şehri acele boşaltmak zorunda kalmışlardı. Koca şehir bomboştu. Ne bir insan, ne bir hayvan… Canlı tek mahluk görünmüyordu. Halk dükkan ve mağazalarının camekanlarını örtmeye, kapılarını kilitlemeye bile vakit bulmadan çekilip gitmişti. Ölü bir şehir … Sesini kaybeden, ruhunu kaybeden bir şehir… Bu korkunç manzara bizi ürkütmüş, hızla yaklaşan savaşın ilk kara habercisi gibi görünmüştü.
Zaten biz daha Fransa’dayken savaş artık kaçınılmaz bir felaket halinde belirmişti. Hatta Finlandiya sınırlarında çarpışmalar
başlamıştı. Yanlış bir söz ya da bu kıvılcımın yayılması; bütün
dünyayı ateşe atabilirdi. İki taraf da boğazına kadar silahlanmış,
ordularını cephelere sürmüş, emir bekliyordu. Almanlar ise, bir
yandan Avusturya’ya bir yandan Çekoslavakya’ya giriyorlardı.
Çok geçmedi; biz memlekete döndükten az sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. Almanlar yıldırım hızıyla sağa-sola saldırıyorlardı. Türkiye ne yapacaktı? İngiltere ve Fransa ile imzalanmış, karşılıklı anlaşmaları vardı. Bunların yanında savaşa katılacak mıydı? Herkesin merak ettiği buydu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın facialarını henüz unutmamış olan Türk halkı, yeni bir savaş felaketine katlanmak istemiyordu. Zaten böyle bir savaşa maddeten de, manen de hazırlanmış değildi. İşte bu hava içinde devlet başında bulunan İnönü, Türkiye’nin bu savaşta tarafsız kalacağını ilan etti. Fransa ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmaların Türkiye’ye yüklediği görev, Almanlara bu bölgede yolu kapamak suretiyle yerine getirilecekti. Halk, geniş bir nefes almıştı. Biz basın mensupları da hükümetin bu tarafsızlık politikasını alkışladık. Özellikle Tan gazetesinde Türkiye’nin bu emperyalist savaşta yeri olmadığı yolunda uzun boylu yayın yaptık. Bu büyük emperyalizm savaşının korkunç sonuçlarından Türkiye’yi kurtarmak gerekti.
Başlangıçta Almanların büyük zaferleri basında ve bu yolla memlekette geniş yankılar uyandırıyordu. Almanya’dan yana olanlar zaten hükümetin tarafsızlık politikasını beğenmiyorlardı. Alman orduları ilerledikçe, bunlar da propagandalarını artırdılar. Almanya’ dan yana olan gazeteler büyük puntolarla Alman zaferlerini belirtiyor, Türk kamuoyunda Almanlara karşı hayranlık duyguları yaratmaya çalışıyorlardı. Alman elçiliği de bu zaferlerden yararlanmak fırsatını kaçırmıyordu. Çeşitli yollardan hükümet üzerindeki baskısını artırmaya çalışıyordu. Hele Alman orduları Sovyet topraklarına girince, faşistler düğün bayram yapmaya başladılar. Nazizmin üstünlüğü, insanlığın yeni ihtiyaçlarına cevap veren tek cereyan olduğu yolunda yazılar görülüyordu. Hükümet de, bu propagandalar karşısında kayıtsız kalıyordu.
İngilizler ve Amerikalılar ile Fransızlar, bu propagandaya kendi örgütleriyle karşı koymaya çalışıyorlardı. Amerikalılar Beyoğlu’nda büyük bir “Haberler Bürosu” açmışlardı.
Gazetelere yazı, haber, resim, klişe yetiştiriyor, broşürler yayınlıyor, büronun geniş salonlarında fotoğraflarla sergiler açıyorlardı. İngiliz Elçiliği de bir propaganda bürosu kurmuş, bir de dergi çıkarmaya başlamıştı. Türkiye karşılıklı propagandanın savaş alanı haline gelmişti. Zaten gazeteler de aşağı-yukarı aynı durumdaydı.
Yazan:
Zekeriya SERTEL
Kaynak:
Zekeriya Sertel “Hatırladıklarım”, Remzi Kitabevi, 5. Baskı, Şubat 2001, sf. 197-200